M.HASAN ÖZ
İlim Kültür Ve Eğitim Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi
20. Dönem Ordu Milletvekili
Saadet Partisi Kurucu Üyesi ve Genel İdare Kurulu Üyesi -
İstanbul E. İl Bşk Yrd. Eğitim Bşk
Değerli Kardeşim,
7 Haziran seçimlerinin üzerinden kısa bir süre geçmiş
olmasına rağmen, tekrar sandık başına gidiyoruz. Bu tarihimizde bir ilk: Seçim
hükümeti tecrübesi ile ilk kez yüzleşiyoruz. 1 Kasım’da yeni bir seçim
yapacağız. Tam da bu noktada, tarihi tecrübesi, bilgisi ve birikimi ile Saadet
Partisi’nin bu seçimlere giderken gündemi nasıl değerlendirdiği, gelişmeleri
nasıl yorumladığı bilinsin istedik. Tozun dumanın birbirine katıldığı, gözün
gözü görmediği bu atmosferde sizlerle hasbihal edelim istedik. İşte bu maksatla
bu mektubu kaleme almayı arzuladık.
Bazen bize diyorlar ki; “Arkadaş, nedir derdiniz! Daha ne
istiyorsunuz: içinizden çıkan arkadaşlarınız 13 yıldır ülkeyi yönetiyor. Bundan
gurur duymalısınız. Boşuna uğraşıyorsunuz. Yoksa siz “Kedi uzanamadığı ciğere
murdar der” hastalığına mı tutuldunuz?” Biz de diyoruz ki; bizim bu
arkadaşlarımızla hiçbir şahsi sorunumuz yok, olamaz da. İnancımız zaten bizi
kardeş kılmış. Ancak biz onların yaptıklarıyla ya da yapamadıklarıyla
ilgiliyiz. Uyguladıkları politikalara itirazımız var. Aynı zamanda biz, “hak
olan, doğru olan sadece bizim elimizle gerçekleşsin” diye bencillik de
yapmıyoruz. Bu milletin, mazlum coğrafyaların sorunları çözülsün, dertleri
bitsin de bu kimin elinden olursa olsun. Bizler bundan sadece memnuniyet
duyarız. O yüzden bizim durduğumuz yeri değerlendirirken, hiç kimse farklı
yorumlama hatasına düşmesin, bize haksızlık yapmasın.
Şimdi birkaç açıdan neden farklı düşündüğümüzü ifade etmeye
çalışacağım.
Dış politikadan başlayalım: Komşularımızdaki akan kanın
sebeplerini beraberce düşünelim. Irak ne zaman işgal edildi? Mayıs 2003’te.
Yani AK Parti’nin iktidara gelişinin altıncı ayında. Gerekçe ne idi? “Saddam’ın
elinde dünyayı tehdit eden kimyasal silahlar var”. Peki, bunun küresel bir
yalan olduğu ortaya çıktı mı? Kesinlikle evet! Peki, bütün bunlar olurken, biz
Türkiye olarak ne yaptık? Tamamen batılıların yol haritasına ayak uydurmanın
gayreti içinde olduk. 1 Mart tezkeresi Meclis'ten geçmediği için, “bu tezkereye
hayır oyu veren milletvekilleri ay sonunda maaşlarını nasıl alacaklarını
düşünsünler” açıklamaları yapılmadı mı? Ne oldu sonunda? Irak fiili olarak üç’e
bölündü. Mezhep çatışmaları, etnik mücadele ayyuka çıktı. İki milyon insan
hayatını kaybetti. Ülke şimdi tamamen terör örgütlerinin hareket alanına
dönüştü ve yanı başımızda bizi de doğrudan tehdit eden bir boyuta taşındı. Dün
“Irak’ın toprak bütünlüğü kırmızı çizgimiz” diyebiliyorduk, bugün Irak’ın
toprak bütünlüğünden de bahsedemez durumdayız. Bağdat’ta, Irak’ın farklı köşelerinde
her gün patlayan bombaları ve parçalanan vücutları vaka-i adiyeden görmeye
başladık. Yani alıştık artık akan kana. Tutmuyor artık kan bizi.
Diğer taraftan Suriye özelinde “Arap Baharı” sürecine
bakalım. Arap Baharı ilk kıvılcımını Tunus’tan verdiğinde biz, “aman dikkat bu
bahar kışa dönmesin” dedik. Hatta rahmetli Hocamız “Siyonizm kadro
değiştiriyor” diyerek herkesi uyardı. Neydi endişemiz? Müslümanlar farklı bir
propaganda ile özgürlüklerini kazanacakları zannıyla derin bir tuzağa
çekiliyordu. Nitekim öyle oldu. Mısır’da binlerce insan meydanlarda katledildi.
80 yıllık İhvan Hareketi, terör örgütü olarak nitelendirildi. İhvan tarihinin
en ağır dönemini yaşıyor ve bundan sonrası ile ilgili ne olacağını ise
bilmiyoruz.. Peki, bu iktidar Mısır’da Mursi’ye ne dedi? “Direnin,
kazanacaksınız, biz direndik kazandık. Siz de mutlaka kazanırsınız”. Oysa durum
Türkiye’dekinden çok farklıydı. ABD Mısır’da Mursi’nin değil Sisi’nin
arkasındaydı.
Sözde demokrasi havarisi ABD, söz konusu Mursi ve Mısır
halkının özgür iradesi olduğunda önceki örneklerde olduğu gibi özgürlük
heykelini hiçe saydı. Biz bunu söylerken, “iktidardaki arkadaşlar hemen
yelkenleri suya indirmelilerdi” demek istemiyoruz elbette. Ancak akıl bir işin
sonunu düşünmek ise, fotoğrafa başka bir açıdan bakmak ve sonrasında atılacak
adımların daha sağlıklı olmasını temin etmek gerekmez miydi? Meydanlarda Rabia
işaretleri yaptık. Hepimiz için önemliydi bunlar. Esma’ya ağladık, yüreklerimiz
yandı. Bunlar insani yaklaşımlardı. Elbette idarecilerimiz bunları yaparken
samimi idiler. Ancak atılan yanlış adımlar, verilen yanlış taktikler, yüzlerce
Esma’nın katledilmesine zemin oluşturmanın yanında, binlerce Esma’nın da
geleceğini kararttı. Şimdi ne yapacağımızı bilemez durumdayız. Ee şimdi Sisi
ile görüşmeler yapılmıyor mu? Mısır ile beraber Suudi Arabistan ile de
ilişkiler sıkıntıya girdi. Biz ise 90 milyonluk Mısır ile diplomatik ve ticari
ilişkileri kestik. Sonuçta kim kazandı, İsrail. Kim kaybetti, Mısır, Türkiye ve
bölgemiz.
Suriye’ye bakalım. 2004 sonrası, ortak bakanlar kurulu
toplantısı yapacak kadar yakınlaşan, vizeleri kaldıran, serbest ticaret
anlaşmalarının altına imza koyan iki kardeş ülke iken birden, düşmanlar
oluverdik. Yetkililerimiz Esad ile birlikte tatile çıkıyorlardı. Birbirlerine
“Kardeşim” hitaplarını kullanmakta bir beis görmüyorlardı. Ne oldu? Neden
değişti bu olumlu hava? Şunu da ifade edelim. Suriye’de baskıcı, zulmeden bir
Baas rejimi, bu yakın ilişkiler kurulduğunda da vardı. Ancak baba Esad’ın
aksine, Suriye halkı oğul Esad’a bir diktatör olmasına rağmen bir kredi açmıştı
ve taleplerini eskiye nazaran az da olsa daha organize bir şekilde dile
getirebiliyorlardı. Batılılar Arap Baharı sürecinde, sıra Suriye’ye geldiğinde,
birden Türkiye’ye cesaret iğnesi yaptılar. “Korkma arkandayız, hem Suriye senin
dünkü vilayetin değil mi” dediler. Aynı Saddam’ı Kuveyt’e sokarken söyledikleri
gibi yaptılar. Birdenbire “Emevi Camii’nde Cuma namazı kılınacağı”,
“Osmanlı’nın geri geleceği, kaybedilen toprakların geri alınacağı, 100 yılın
rövanşının olacağı” yazıldı, söylendi.
Peki, bu durumda Saadet Partisi olarak biz ne dedik? “Hayır,
bu bir tuzaktır! Bu oyuna gelmeyin! Bu plan Büyük Ortadoğu Proje’sinin bir
parçasıdır! Hem Suriye Libya değil; orada Rusya var, Çin var, İran var” dedik.
“Bizi birbirimize düşman edecekler. Onulmaz yaralar açılacak aramızda.
Müslümanlar birbirini katledecek. Batılılar da geçip karşıya seyredecekler.”
diye uyardık.
Evet, ne oldu sonra, büyük bir iftira bombardımanına tabi
tutulduk. Birden bire Esad’çı olduk. Hemen “diktatör sevici” ilan edildik. Oysa
biz ne dediğimizin farkındaydık; çünkü büyük oyunu görüyorduk. Aradan dört yılı
aşan bir zaman geçti. Kim haklı çıktı? Şimdi hükümet yetkililerimiz, aynı
batılılar gibi, “geçiş sürecinde Esad’la da olabilir” demeye başlamadılar mı?
Evet, ama 300 bin insan hayatını kaybetti. 2 milyonu ülkemizde olmak üzere,
milyonlarca Suriyeli ülkelerini terk etti. Onların boşalttığı alanları, IŞİD ve
benzeri terör örgütleri doldurdu ve biz bu olanlardan akıllanmamış gibi ABD ile
işbirliği yapıp, “Eğit-Donat” stratejileri uygulayarak, Suriye’de Amerika’nın
istediklerini yapmakta olan kimi grupları eğitmeye, silahlandırmaya devam
ediyoruz. Bilindiği gibi ABD “Eğit- Donat” politikasını S.Arabistan, Katar ve
Birleşik Arap Emirlikleri’nde bitirdi. Muhaliflerin lider kadrosunun eğitimi
Türkiye’de devam ettirilecek. Yani yangına benzin taşıma görevi yine bize
verildi.
Ve kan oluk oluk akıyor hala.
Aylan Kurdi gibi bebeklerin cansız bedenleri, kıyılara değil
alnımızın çatılarına vuruyor.
900 km sınırımız olan Suriye’de hangi terör örgütleriyle
komşu (!) olduk; bilemez ve takip edemez durumdayız.
Sadece terör örgütleri mi!? Rusya ve ABD de yeni sınır
komşularımız oldu, farkında mıyız?
Libya da Suriye ve Mısır’dan farklı mı sanki? Hayır!
Bugün fiili olarak ikiye bölünmüş bir Libya var ve biz NATO
ile bir olup Libya’da taş üstünde taş bırakmadık.
Sahi Mavi Marmara saldırısından sonra, Gazze’ye ambargonun
kaldırılması ve tazminat şartlarını İsrail yerine getirdi de biz mi kaçırdık?
Veya bu şartları hatırlayan var mı? “Alo özür”den sonra kaç kez bombalandı
Gazze’li masum yavrular?
BM’de göndere çekilen Filistin bayrağı elbette önemlidir.
Ancak 47 yıl sonra Mescid-i Aksa’yı postallarıyla kirleten İsrail askerlerinin
varlığını nasıl açıklayacağız? Elli yaşın altındaki Müslümanlara kapatılan
El-Aksa’nın kapılarını, kim veya kimler Müslümanlara sonuna kadar açabilecek?
Yoksa Suriye, Mısır, Libya, Yemen, Irak derken, biz
birbirimize düşmüşken, oluşan bu dağınık hava İsrail’in daha da pervasız olmasına
mı sebep oluyor?
Ne dersiniz, haksız mıyız?
Bu soruları sormakla yanlış mı yapıyoruz?
***
AB ile olan ilişkilere bakalım.
Bakanlık öncesi AB ile görüşmeler hangi sıfat ile
yapılıyordu? Başmüzakerecilik.
Peki, tarihte ilk defa AB Bakanlığı’nı kim kurdu?
Sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel bütün kanuni
düzenlemeler oldu-bitti ile hukuk sistemimize sokulmadı mı?
Siz de “bu milleti millet yapan değerleri” yıkacak olan AB
normlarının mevzuatımızı işgal etmesinden rahatsız değil misiniz?
Biz ilk etapta bunların toplumsal yansımalarını ve
sonuçlarını test edemeyebiliriz. Ancak yakın gelecekte hukuk sistemimize
paraşütle indirilen bu yasaların olumsuz yanlarını daha iyi anlayacağız.
Şimdi hepinizin bildiği bir şeyi ifade edeyim. Son
zamanlarda 1+1 dairelerin neden revaçta olduğunu hiç düşündünüz mü? Bizler
Anadolu insanları olarak imkânlar elverirse mümkün olduğu kadar büyük evimiz
olsun isteriz. Gelenimiz olur, gidenimiz olur, misafir ağırlamayı severiz.
Peki, neden artık 1+1 dairelere dünyalar kadar paraları yatırıyoruz? İhtiyaca
binaen alanlar mutlaka olabilir ama bu alımlar genelde modernizmin dayatması
olan bireyselci bakışın yanında, farklı, sözüm ona özgür yaşamı tercih
edenlerin seçimi olduğunu kabul etmek durumundayız.
Şimdi biz bu gerçeği açıklarken, zina AB uyum yasaları
çerçevesinde suç olmaktan çıkarıldı dediğimizde, neden hedef tahtasına
konuluyoruz?
Belki bu kanunları çıkaranlar da bunların sonuçlarını
öngöremediler ama zina sonuç itibari ile aileyi, toplumun temel dinamiklerini
alt üst eden bir fiil değil mi? Millet adına siyaset yapan Saadet Partisi’nin
bunları ifade etmemesi en başta bu topluma haksızlık olmaz mı?
***
Belki birçoğunuzun ilk defa duyacağı başka bir bilgiden size
bahsetmek isterim. Eğer biraz sonra vereceğim bilgileri doğru analiz edersek,
bugün Güneydoğu’muzda yaşanan olayları daha iyi idrak etme imkânımız olabilir.
2003 yılının 4 Haziran’ında Meclis Genel Kurulu’na Hükümet tarafından 2 yasa
gönderildi. Bunlar kamuoyunda “İkiz Yasalar” olarak bilinir. Sayı numaraları 4867
ve 4868’dir. Bu yasalar AK Parti ve CHP’li milletvekillerinin onayıyla
yasalaştı ve 18 Haziran 2003 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe
girdi. Lütfen, internetten bu yasaların detaylarına ulaşın ve inceleyin. Fakat
ben burada bu yasaların özellikle 2 maddesini dikkatinize sunmak istiyorum.
1. Halklar siyasi, sosyal, ekonomik haklarını tayin etme
hakkına sahiptir. ( Yani uluslararası hukuktaki adıyla Self-Determinasyon)
2. Halklar yaşadıkları coğrafyaların yer altı ve yer üstü
zenginliklerini bir başka iradeye danışmadan istedikleri gibi tasarruf etme
hakkına sahiptir.
Şimdi bu maddeleri okuduktan sonra bazı ilçelerde ilan
edilen “Öz Yönetim” açıklamalarını daha iyi anladığınızı umuyorum. Ayrıca yerel
yöneticilerin “Diyarbakır-Batman Petrolleri”nden pay istemelerinin gerekçesini
tam olarak değerlendirebilmenizi diliyorum.
Bunun yanında şunu da ifade etmeliyim. Malazgirt’in sözlük
anlamı ”Birlikte Başardık” demektir. Yani Türk-Kürt biz hepimiz bu vatanı
1071’de birlikte kendimize vatan kılmışız. İnancımız bizi kardeş ilan etmiş.
Birbirimize karşı üstünlüğümüzün ancak Allah’a yakınlık ile mümkün olacağını
biliyoruz. Etnik farklılıklarımızın çatışma değil, kaynaşma vesilesi olduğunu,
İdris-i Bitlisi’yle, İstiklal Savaşıyla, Çanakkale’yle ortaya koymuşuz. Şimdi
üzerimizde oynanan bir oyun var ise buna boyun mu eğeceğiz? Bu oyunlara
gelerek, karışan kanlarımızı birbirinden ayırma yoluna mı gideceğiz? Sonra,
İstanbul’la Diyarbakır’ın, Edirne ile Hakkâri’nin, Ağrı ile Antalya’nın kardeş
olduğunu vurgulamaya gerek mi var? Koyun koyuna toprağa düşen atalarımız
toprağa can veren bedenleriyle bize bunu bangır bangır bağırmıyorlar mı?
“Çözüm Süreci” diye takdim edilen, kimsenin detaylarını tam
olarak anlayamadığı bir sürecin içinin ne olduğunu hep beraber gördük.
Hatırlayın lütfen; süreç ilk açıklandığında, biz Saadet Partisi olarak ne
dedik?
“Bu kadar bilinmeyenin olduğu bir yerden bir şey çıkmaz. Bu
süreç ülkeyi ya bölünmeye, ya da iç savaşa götürür.”
Peki, ne oldu? -Allah korusun- 6-8 Ekim olayları aslında, iç
savaş provası değil miydi? Bizzat en yetkili ağızlar, PKK’nın şehir
merkezlerine silah yığdığını kabul etmedi mi? Çözüm Süreci’nde PKK’nın dağ
kadrosunu takviye ettiğini söyleyen yetkilileri hatırlıyorsunuz değil mi?
Sorunların çözümünde İmralı’nın Kandil’in muhatap alınmasının ağır sonuçları
değil mi bunlar? Neden oradaki toplumun bütün kesimlerinin sürece katkısı
istenmedi? Kanaat önderlerinin, Mellelerin, STK’ların elele vererek çözüm için
yol haritasına katkıları neden sağlanamadı? Neden sadece PKK muhatap alındı?
Biz bugün seçim güvenliğini neden tartışmak zorunda kalıyoruz? Yoksa
memleketimizin bir yerlerinde silahlı grupların yönetimi ele geçirmesi mi söz
konusu? Bu olur mu Allah aşkına soruyorum şimdi size. Bunlar kabul edilir mi?
Bizler Saadet Partisi olarak bunları ifade etmezsek, yine söylüyorum bu sizlere
haksızlık olmaz mı? Analar ağlamasın diye diye anaların anasını ağlatmadık mı?
7 Haziran sonrası artarak devam eden, en son Ankara’da canımızı acıtan,
yüreğimizi yakan terör hadiseleri sizi tedirgin etmiyor mu, bir bütün olarak
milletimizi kaygılandırmıyor mu?
Muhterem Efendim, Sayın Büyüğüm, Değerli Kardeşim,
Gelelim ülkemiz gündemini yıllarca meşgul eden
Ergenekon-Balyoz tutuklamalarına.
Bu tutuklamalar ilk başladığında, yine biz söylenmesi
gerekenleri söyledik. “Özellikle Amerikan karşıtı subaylar tutuklanıyor. Bu
yanlıştır. Evet, darbelerin en çok mağdur ettiği hareket biziz ama biz ülkemizi
seviyoruz. Bu süreç sonunda askere kumanda edecek subay bile bulamayabiliriz.
Bu tutuklamalar ve yıpratma süreci ile BOP planlarına TSK’ da karşı çıkan subay
kalmasın istiyorlar” dedik. Dedik de, hemen birileri tarafından bu sefer
“Ergenekoncu” ilan edildik. Aradan şu kadar zaman geçti kim haklı çıktı?
Haklarında 25-30 yıl hüküm verilenler bile serbest bırakılarak “Milli orduya
kumpas kurulmuş, aldatmışlar bizi” açıklamaları yapılmadı mı?
Bir de Fethullah Gülen cemaati ile ilgili tartışmalara dair
kanaatlerimi aktarmak isterim. İktidar-Cemaat işbirliği, 3 Kasım 2002 seçimleri
öncesinden başlayan, hatta 28 Şubat sonrasına kadar götürülebilecek bir
başlangıcı kapsar. Öylesine yakın bir işbirliği vardı ki, abiler, ablalar
meydanlara inip şu veya bu platform adına AK Parti güzellemesi yapıyorlardı.
Aslında AK Parti’nin ne denli önemli adımlar attığından dem vuruyorlardı. 2010
referandumunda birliktelik zirve yapmış, herkes her şeyin ne kadar güzel
geliştiğini birbirine aktarıyordu. Hatta bugün cemaat medyası olarak takdim
edilen TV kanallarında özel oturumlar yapılıyor, 40 yıldır aldatılmışız aslında
cemaat bildiğimiz gibi değilmiş tarzında itiraflar dile getiriliyordu. Evlerde,
bürolarda bir tane yetmez birkaç tane Zaman Gazetesi alarak “Hizmet”e katkı
sunalım açıklamalarını duyuyorduk. Bu arada AGD kapılarını çaldığında 10 TL
verirken on sefer düşünenleri görüyorduk. Sonra Türkçe Olimpiyatları’nda
gözyaşlarıyla, Pensilvanya’ya selam iletenler oldu. “Bitsin bu hasret gel,
Türkiye artık eski Türkiye değil” diyenlere şahit olduk. Büyükşehir Belediye
Başkanı’nın Ankara’yı parsel parsel cemaate sattığına dair ifşalar yapılmadı
mı!? Bütün bunları yapanlar, şimdi Saadet Partisi’ni cemaat yanlısı diye ilan
ediyorlar. Allah aşkına bu arkadaşlarımız gerçekten bir düşünseler, “Ne
istediler de vermedik?” dedikleri yapıya karşı bugün takındıkları tavır ve eski
bakışları arasındaki farkı açıklarken kendilerini nasıl hissediyorlar acaba?
Oysa biz Saadet Partisi olarak çok net bir yerde duruyoruz.
“Devlet içinde farklı yapılanmalara asla izin verilmemelidir. Bununla birlikte yolsuzluk,
usulsüzlük iddiaları da paralel iddialarında olduğu gibi açıklıkla yargıya
taşınmalıdır” diyoruz. Hukukun herkese lazım olduğunu söylüyoruz. Devlet
cezalandırma yaparken “toptancılık” yapmaz diyoruz. Her suçu doğru tanımlamanın
gerekliliğini ve sonuçta adalete olan güvenin korunmasını ifade ediyoruz. Ha,
aynı dün Ergenekon tutuklamalarındaki tavrımız ne ise bu tartışmalarda da aynı
yerde duruyoruz. Kimseye özel bir düşmanlık zaviyesinden bakmadan, adaleti esas
alan bir yaklaşımın her şeyi daha anlaşılır kılacağını vurguluyoruz. Yine
soralım, yukarıda saydığımız bütün zaman dilimlerinde, seçimleri omuz omuza
verip birlikte kazananlar bugün hangi yüzle cemaat üzerinden bir süreç
yürütebiliyor?
Şimdi belki de “Yahu tamam da bunların yaptığı hiç mi iyi
bir şey yok” diye serzenişte bulunuyorsunuz. Olmaz olur mu elbette var. Bundan
önceki her hükümetin olduğu gibi, az-çok herkesin yaptığı gibi bu iktidarın da
var. Biz hiç tereddütsüz bu hizmetler için teşekkür ederiz. Şimdi bunları bir
kenara koyalım ve ekonomimiz açısından şu sorulara cevap vermeye çalışalım. Her
şeyin iyi olduğunu, istikrarın devam etmesini gerektiğini, Türkiye’nin
büyüdüğünü ve bu büyümenin koalisyonlar dönemi ile kesintiye uğramamasına dair
iddiaları sıkça duyuyoruz. Peki, sorulara gelelim.
1- Bütün bu yatırımlara rağmen insanlarımız neden hala
büyükşehirlere göç etmek zorunda kalıyor? İnsanlarımızı doğdukları yerde neden
doyuramıyoruz?
2- Her şey güllük gülistanlık ise, işsizlik rakamları neden
her yıl artış gösteriyor? Neden yeni iş alanları oluşturmada yetersiz
kalıyoruz?
3- Madem faiz lobileriyle mücadele ediyoruz da, 2015 yılı
bütçesinde 54 milyar TL yani eski parayla 54 katrilyon faizi kime ödüyoruz? 13
yıllık dönemde 600 küsur katrilyon faizi kimlere ödedik?
4- Madem her şey yolunda, 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı
1308 TL olmasına rağmen devlet çalışanlarına 1000 TL’yi reva görüyor? Neden
toplumun yüzde %22,4’ü yoksulluk sınırının altında yaşam mücadelesi veriyor?
5- Yine her şeyin yolunda olduğu doğruysa, neden
insanlarımızın bankalara olan borçlarında bu iktidar öncesine göre 1’e 10 artış
oldu? Kredi kartı borçlularının sayısı neden birden tavan yaptı? Sanayici artık
neden yatırım yapmaktan uzak duruyor? Çekini, senedini ödeyemediği için
dükkânını kapatmak zorunda kalan esnafımızın sayısındaki artışın gerekçeleri
nelerdir?
6- İhracatımız arttı diye propagandalar yapılırken,
ithalattaki artış neden gözlerden kaçırılıyor? İhracatımızın yüzde 60’a yakın
kısmının ithalata bağlı olarak yapılan ihracat olduğu doğru değil mi? Almanya
yaptığı ihracatlarında kg başına 4,1 USD kazanırken biz neden 1,5 USD
kazanıyoruz? Hem de bu 1,5 USD’ nin yarıdan fazlasını ithalat için geri ödemek
zorunda kalıyorsak, bu kısır döngüden, bu cari açıktan, bu bütçe açığından
kurtulmak için daha ne kadar bekleyeceğiz?
7- Tarihimizde ilk defa neden Angus ithal etmek zorunda
kaldık? Daha düne kadar “Yerli Mallar Haftası” kutlamalarında dünyada kendi
kendine yeten 7 ülkeden birisiyiz diye övünüyorken, bugün buğdayda, şekerde
hatta samanda bile ithalat yapmamızın gerekçelerini nasıl açıklayacağız? Buna
sebep olan politikalar nelerdir, bunun sorumluları kimlerdir?
8- AB müktesebatına göre tarımda çalışan nüfusu düşüreceğiz
diye insanlarımızı şekere, tütüne kota uygulayarak büyükşehirlerin varoşlarına
mahkûm etmemizin kime ne faydası vardır? Terör aynı zamanda bu alanları
kullanarak kendisine yeni mecralar bulmuyor mu?
9- Neden her sene açıklanan istatistiklerde, yılın en çok
kazanan şirketleri arasında bankalar ön sıralarda yer alıyor? Bir ömür
denilebilecek 10-20-30 yıl gibi sürelerle, ev kredisi adı altında kölelik
sözleşmesi yapılmasının insani olduğunu iddia edebilir miyiz?
10- Üniversite sayımız 200’ü geçti diye övünürken,
binalardaki artışla birlikte eğitim kalitesinin de arttığını hangi akl-ı selim
sahibi ifade edebilir? Hayatlarının en kritik dönemlerinde, sizi üniversite
mezunu yapacağız diyerek, kampüslere binalara taşıdığımız gençlerimizi, mezun
olduklarında neden, bir başlarına işsiz, güçsüz ve çaresiz bir halde
bırakıyoruz?
11- Veya her çocuğumuz üniversite okumak zorunda imiş gibi
bir algıyı neden destekliyoruz? Bizim zanaatkâr ihtiyacımızı kim karşılayacak?
Berber, tamirci, terzi, aşçı, tesisatçı, kaportacı v.b meslek dallarından
ustaların her dert yanışlarında, “Artık adam yetişmiyor. Gençler yanımıza,
yöremize uğramaz oldu” serzenişlerini duymuyor muyuz?
12- İstanbul’un nüfusu 2002’de 8 milyon, bugün ise 20
milyona dayanmışken, güzelim İstanbul, trafiği, keşmekeşi, beton yığınlarıyla
yaşanmaz hale gelmişse bunu sağlıklı bir ekonomik modelin yansıması olduğunu
iddia edebilir miyiz?
13- Madem büyüyoruz gelişiyoruz, bütün Türkiye’yi
yatırımlarla donatıyoruz da, neden her yaptığımız seçimde İstanbul’un, büyük
şehirlerin milletvekili sayıları artarken, Anadolu’daki illerin vekil sayıları
azalıyor?
14- Aslında en mağdur olanın İstanbul olduğu açık değil mi?
İstanbul’a değer vermenin, İstanbul’u korumanın yolu Anadolu’ya yapılacak
yatırımlarla, İstanbul’a olan göçü engellemekle mümkün olabileceği açık değil
mi? Yüzlerce yıldan beri ayakta duran, onlarca doğal afetin, savaşların
yıkamadığı tarihi miraslarımızın siluetlerini, beton yığınlarının arkasına
gizlemek en başta onları bize emanet edenlere haksızlık olmaz mı?
15- Ve madem her şey yolunda ise, tarihte ilk defa boşanma
oranları evlilik oranlarını neden geçti? Yuvalar neden dağılıyor?
Bu soruları daha da çoğaltmakp mümkün. Bir Başbakan
Yardımcısı “israf etmeseydik, vatandaştan vergi toplamamıza gerek kalmazdı”
diyebiliyorsa, yukarıda saydığımız soruların cevapları bu cümle içinde gizli
değil mi?
Muhterem Efendim, Sayın Büyüğüm, Değerli Kardeşim,
Bu hasbihal mektubumun başında belki zatıalinizin içinden
geçen ama nezaketen dile getirmediğiniz soruları ben sizin adınıza sormuştum.
“Saadet Partisi neden ısrarla bir şeyler söylüyor, niçin her türlü olumsuzluğa
rağmen her seçimde sizlerin karşısına geçip oy istiyor?” soruları, umarım bu
açıklamalarımız sonrası daha iyi anlaşılmıştır. Siz bunları nasıl çözeceksiniz
diye düşünenlere şunu ifade etmek isterim. Her şeyden önce bilmemiz gerekir ki
Türkiye yetmişli seksenli yıllarda tekstil ile doksanlı yıllarda turizm ile iki
binli yıllarda da inşaat ile meşgul edildi. Onun için Türkiye’de süratle
üretimi teşvik edip, bu yolla istihdam alanları oluşturmak, hızlı ve yaygın
kalkınma hamlesini başlatmak ve faizi terk etmekten başka çıkar yol yoktur.
Pazar endişesi duyanlara da tavsiyemiz, bin yıllık birikim
ve tecrübedir. Zamanın ruhuna uygun adımları atmak, teknoloji yatırımlarına hız
vermek, AR-GE planlamalarına destek olmak sağlıklı bir ekonomi politikasının
başında gelir. Sanatta, sporda, estetikte, mimaride, sinemada, tiyatroda
ülkemizi hak ettiği noktaya taşıyacak yegâne parti Saadet Partisi’dir.
Saadet Partisi’nin derdi bozuk tezgâhın başına geçmek değil,
bozuk olan tezgâhı değiştirmektir. İşte bu yüzden Saadet Partisi partilerin
değil bozuk sistemin alternatifidir.
Bundan önce 4 kez koalisyonlar yoluyla işbaşına gelip,
Kıbrıs Zaferi’nin altına imza atan, Türkiye’nin dört bir tarafını ağır sanayi
hamleleriyle fabrikalarla donatıp insanlarımıza iş alanları açan, daha dün
denilebilecek mesabede, işçiye, memura, emekliye verdiği yüzde 100, yüzde 150,
yüzde 300 gibi zamlarla insana verdiği değeri ortaya koyan Saadet Partisi bugün
de bütün sorunların çözümünün tek adresidir.
7 Haziran seçim sonuçlarını doğru okuyamayıp, kendi şahsi ve
parti menfaatlerini millet menfaatinin üzerinde tutanların, koalisyon kuramayıp
Nisan’dan beri TBMM’yi çalışamaz hale getirenlerin, bu millete verebileceği bir
şey yoktur. Koalisyonların çöküş olduğunu ve başarısız olacağını iddia edenler
bilmelidir ki, önümüzdeki dönem koalisyonlar dönemidir. Madem aşağı yukarı aynı
sonuçların çıkacağı araştırma şirketlerinin ortak kanaatidir, o zaman 7 Haziran
sonuçlarını dikkate almayanlara bir ders vermek gerekir. Saadet Partisi’ni
Meclis’e taşıyarak, diğerlerinin de faydalı bir noktaya gelmesi temin
edilmelidir. Koalisyonların başarısız dönemler olduğunu iddia edenler, dünyanın
en büyük ekonomilerinden biri olan Almanya’nın, nasıl olup da koalisyon ile
yönetildiğini anlatmak zorundalar. Cumhuriyet hükümetleri arasında, tek parti
dönemlerindeki büyüme oranları 4,1 iken koalisyonlar döneminde 5,2 olduğunun
gerekçelerini paylaşmak zorundalar. Hiç kimse tek parti iktidarları hepten
iyidir veya koalisyonlar toptan kötüdür diye bir genelleme yanlışına düşmesin.
Dolayısı ile 1 Kasım bir milat yeniden ‘ben burdayım’ diye haykırış, yeniden
ayağa kalkış, kendine geliş, yeniden diriliş olmalıdır.
Meclis yeni bir sese ve yeni bir heyecana kavuşmalıdır.
Herkese yaptığımız daveti sizlere de özel olarak yapıyoruz,
ve diyoruz ki;
Bu seçimlerde yüreğinin sesini dinle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder