16 Ekim 2015 Cuma

M.HASAN ÖZ
İlim Kültür Ve Eğitim Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi  
20. Dönem Ordu Milletvekili
Saadet Partisi Kurucu Üyesi ve Genel İdare Kurulu Üyesi -
İstanbul E. İl Bşk Yrd. Eğitim Bşk



Değerli Kardeşim,
7 Haziran seçimlerinin üzerinden kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen, tekrar sandık başına gidiyoruz. Bu tarihimizde bir ilk: Seçim hükümeti tecrübesi ile ilk kez yüzleşiyoruz. 1 Kasım’da yeni bir seçim yapacağız. Tam da bu noktada, tarihi tecrübesi, bilgisi ve birikimi ile Saadet Partisi’nin bu seçimlere giderken gündemi nasıl değerlendirdiği, gelişmeleri nasıl yorumladığı bilinsin istedik. Tozun dumanın birbirine katıldığı, gözün gözü görmediği bu atmosferde sizlerle hasbihal edelim istedik. İşte bu maksatla bu mektubu kaleme almayı arzuladık.
Bazen bize diyorlar ki; “Arkadaş, nedir derdiniz! Daha ne istiyorsunuz: içinizden çıkan arkadaşlarınız 13 yıldır ülkeyi yönetiyor. Bundan gurur duymalısınız. Boşuna uğraşıyorsunuz. Yoksa siz “Kedi uzanamadığı ciğere murdar der” hastalığına mı tutuldunuz?” Biz de diyoruz ki; bizim bu arkadaşlarımızla hiçbir şahsi sorunumuz yok, olamaz da. İnancımız zaten bizi kardeş kılmış. Ancak biz onların yaptıklarıyla ya da yapamadıklarıyla ilgiliyiz. Uyguladıkları politikalara itirazımız var. Aynı zamanda biz, “hak olan, doğru olan sadece bizim elimizle gerçekleşsin” diye bencillik de yapmıyoruz. Bu milletin, mazlum coğrafyaların sorunları çözülsün, dertleri bitsin de bu kimin elinden olursa olsun. Bizler bundan sadece memnuniyet duyarız. O yüzden bizim durduğumuz yeri değerlendirirken, hiç kimse farklı yorumlama hatasına düşmesin, bize haksızlık yapmasın.
Şimdi birkaç açıdan neden farklı düşündüğümüzü ifade etmeye çalışacağım.
Dış politikadan başlayalım: Komşularımızdaki akan kanın sebeplerini beraberce düşünelim. Irak ne zaman işgal edildi? Mayıs 2003’te. Yani AK Parti’nin iktidara gelişinin altıncı ayında. Gerekçe ne idi? “Saddam’ın elinde dünyayı tehdit eden kimyasal silahlar var”. Peki, bunun küresel bir yalan olduğu ortaya çıktı mı? Kesinlikle evet! Peki, bütün bunlar olurken, biz Türkiye olarak ne yaptık? Tamamen batılıların yol haritasına ayak uydurmanın gayreti içinde olduk. 1 Mart tezkeresi Meclis'ten geçmediği için, “bu tezkereye hayır oyu veren milletvekilleri ay sonunda maaşlarını nasıl alacaklarını düşünsünler” açıklamaları yapılmadı mı? Ne oldu sonunda? Irak fiili olarak üç’e bölündü. Mezhep çatışmaları, etnik mücadele ayyuka çıktı. İki milyon insan hayatını kaybetti. Ülke şimdi tamamen terör örgütlerinin hareket alanına dönüştü ve yanı başımızda bizi de doğrudan tehdit eden bir boyuta taşındı. Dün “Irak’ın toprak bütünlüğü kırmızı çizgimiz” diyebiliyorduk, bugün Irak’ın toprak bütünlüğünden de bahsedemez durumdayız. Bağdat’ta, Irak’ın farklı köşelerinde her gün patlayan bombaları ve parçalanan vücutları vaka-i adiyeden görmeye başladık. Yani alıştık artık akan kana. Tutmuyor artık kan bizi.
Diğer taraftan Suriye özelinde “Arap Baharı” sürecine bakalım. Arap Baharı ilk kıvılcımını Tunus’tan verdiğinde biz, “aman dikkat bu bahar kışa dönmesin” dedik. Hatta rahmetli Hocamız “Siyonizm kadro değiştiriyor” diyerek herkesi uyardı. Neydi endişemiz? Müslümanlar farklı bir propaganda ile özgürlüklerini kazanacakları zannıyla derin bir tuzağa çekiliyordu. Nitekim öyle oldu. Mısır’da binlerce insan meydanlarda katledildi. 80 yıllık İhvan Hareketi, terör örgütü olarak nitelendirildi. İhvan tarihinin en ağır dönemini yaşıyor ve bundan sonrası ile ilgili ne olacağını ise bilmiyoruz.. Peki, bu iktidar Mısır’da Mursi’ye ne dedi? “Direnin, kazanacaksınız, biz direndik kazandık. Siz de mutlaka kazanırsınız”. Oysa durum Türkiye’dekinden çok farklıydı. ABD Mısır’da Mursi’nin değil Sisi’nin arkasındaydı.
Sözde demokrasi havarisi ABD, söz konusu Mursi ve Mısır halkının özgür iradesi olduğunda önceki örneklerde olduğu gibi özgürlük heykelini hiçe saydı. Biz bunu söylerken, “iktidardaki arkadaşlar hemen yelkenleri suya indirmelilerdi” demek istemiyoruz elbette. Ancak akıl bir işin sonunu düşünmek ise, fotoğrafa başka bir açıdan bakmak ve sonrasında atılacak adımların daha sağlıklı olmasını temin etmek gerekmez miydi? Meydanlarda Rabia işaretleri yaptık. Hepimiz için önemliydi bunlar. Esma’ya ağladık, yüreklerimiz yandı. Bunlar insani yaklaşımlardı. Elbette idarecilerimiz bunları yaparken samimi idiler. Ancak atılan yanlış adımlar, verilen yanlış taktikler, yüzlerce Esma’nın katledilmesine zemin oluşturmanın yanında, binlerce Esma’nın da geleceğini kararttı. Şimdi ne yapacağımızı bilemez durumdayız. Ee şimdi Sisi ile görüşmeler yapılmıyor mu? Mısır ile beraber Suudi Arabistan ile de ilişkiler sıkıntıya girdi. Biz ise 90 milyonluk Mısır ile diplomatik ve ticari ilişkileri kestik. Sonuçta kim kazandı, İsrail. Kim kaybetti, Mısır, Türkiye ve bölgemiz.
Suriye’ye bakalım. 2004 sonrası, ortak bakanlar kurulu toplantısı yapacak kadar yakınlaşan, vizeleri kaldıran, serbest ticaret anlaşmalarının altına imza koyan iki kardeş ülke iken birden, düşmanlar oluverdik. Yetkililerimiz Esad ile birlikte tatile çıkıyorlardı. Birbirlerine “Kardeşim” hitaplarını kullanmakta bir beis görmüyorlardı. Ne oldu? Neden değişti bu olumlu hava? Şunu da ifade edelim. Suriye’de baskıcı, zulmeden bir Baas rejimi, bu yakın ilişkiler kurulduğunda da vardı. Ancak baba Esad’ın aksine, Suriye halkı oğul Esad’a bir diktatör olmasına rağmen bir kredi açmıştı ve taleplerini eskiye nazaran az da olsa daha organize bir şekilde dile getirebiliyorlardı. Batılılar Arap Baharı sürecinde, sıra Suriye’ye geldiğinde, birden Türkiye’ye cesaret iğnesi yaptılar. “Korkma arkandayız, hem Suriye senin dünkü vilayetin değil mi” dediler. Aynı Saddam’ı Kuveyt’e sokarken söyledikleri gibi yaptılar. Birdenbire “Emevi Camii’nde Cuma namazı kılınacağı”, “Osmanlı’nın geri geleceği, kaybedilen toprakların geri alınacağı, 100 yılın rövanşının olacağı” yazıldı, söylendi.
Peki, bu durumda Saadet Partisi olarak biz ne dedik? “Hayır, bu bir tuzaktır! Bu oyuna gelmeyin! Bu plan Büyük Ortadoğu Proje’sinin bir parçasıdır! Hem Suriye Libya değil; orada Rusya var, Çin var, İran var” dedik. “Bizi birbirimize düşman edecekler. Onulmaz yaralar açılacak aramızda. Müslümanlar birbirini katledecek. Batılılar da geçip karşıya seyredecekler.” diye uyardık.
Evet, ne oldu sonra, büyük bir iftira bombardımanına tabi tutulduk. Birden bire Esad’çı olduk. Hemen “diktatör sevici” ilan edildik. Oysa biz ne dediğimizin farkındaydık; çünkü büyük oyunu görüyorduk. Aradan dört yılı aşan bir zaman geçti. Kim haklı çıktı? Şimdi hükümet yetkililerimiz, aynı batılılar gibi, “geçiş sürecinde Esad’la da olabilir” demeye başlamadılar mı? Evet, ama 300 bin insan hayatını kaybetti. 2 milyonu ülkemizde olmak üzere, milyonlarca Suriyeli ülkelerini terk etti. Onların boşalttığı alanları, IŞİD ve benzeri terör örgütleri doldurdu ve biz bu olanlardan akıllanmamış gibi ABD ile işbirliği yapıp, “Eğit-Donat” stratejileri uygulayarak, Suriye’de Amerika’nın istediklerini yapmakta olan kimi grupları eğitmeye, silahlandırmaya devam ediyoruz. Bilindiği gibi ABD “Eğit- Donat” politikasını S.Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde bitirdi. Muhaliflerin lider kadrosunun eğitimi Türkiye’de devam ettirilecek. Yani yangına benzin taşıma görevi yine bize verildi.
Ve kan oluk oluk akıyor hala.
Aylan Kurdi gibi bebeklerin cansız bedenleri, kıyılara değil alnımızın çatılarına vuruyor.
900 km sınırımız olan Suriye’de hangi terör örgütleriyle komşu (!) olduk; bilemez ve takip edemez durumdayız.
Sadece terör örgütleri mi!? Rusya ve ABD de yeni sınır komşularımız oldu, farkında mıyız?
Libya da Suriye ve Mısır’dan farklı mı sanki? Hayır!
Bugün fiili olarak ikiye bölünmüş bir Libya var ve biz NATO ile bir olup Libya’da taş üstünde taş bırakmadık.
Sahi Mavi Marmara saldırısından sonra, Gazze’ye ambargonun kaldırılması ve tazminat şartlarını İsrail yerine getirdi de biz mi kaçırdık? Veya bu şartları hatırlayan var mı? “Alo özür”den sonra kaç kez bombalandı Gazze’li masum yavrular?
BM’de göndere çekilen Filistin bayrağı elbette önemlidir. Ancak 47 yıl sonra Mescid-i Aksa’yı postallarıyla kirleten İsrail askerlerinin varlığını nasıl açıklayacağız? Elli yaşın altındaki Müslümanlara kapatılan El-Aksa’nın kapılarını, kim veya kimler Müslümanlara sonuna kadar açabilecek?
Yoksa Suriye, Mısır, Libya, Yemen, Irak derken, biz birbirimize düşmüşken, oluşan bu dağınık hava İsrail’in daha da pervasız olmasına mı sebep oluyor?
Ne dersiniz, haksız mıyız?
Bu soruları sormakla yanlış mı yapıyoruz?
***
AB ile olan ilişkilere bakalım.
Bakanlık öncesi AB ile görüşmeler hangi sıfat ile yapılıyordu? Başmüzakerecilik.
Peki, tarihte ilk defa AB Bakanlığı’nı kim kurdu?
Sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel bütün kanuni düzenlemeler oldu-bitti ile hukuk sistemimize sokulmadı mı?
Siz de “bu milleti millet yapan değerleri” yıkacak olan AB normlarının mevzuatımızı işgal etmesinden rahatsız değil misiniz?
Biz ilk etapta bunların toplumsal yansımalarını ve sonuçlarını test edemeyebiliriz. Ancak yakın gelecekte hukuk sistemimize paraşütle indirilen bu yasaların olumsuz yanlarını daha iyi anlayacağız.
Şimdi hepinizin bildiği bir şeyi ifade edeyim. Son zamanlarda 1+1 dairelerin neden revaçta olduğunu hiç düşündünüz mü? Bizler Anadolu insanları olarak imkânlar elverirse mümkün olduğu kadar büyük evimiz olsun isteriz. Gelenimiz olur, gidenimiz olur, misafir ağırlamayı severiz. Peki, neden artık 1+1 dairelere dünyalar kadar paraları yatırıyoruz? İhtiyaca binaen alanlar mutlaka olabilir ama bu alımlar genelde modernizmin dayatması olan bireyselci bakışın yanında, farklı, sözüm ona özgür yaşamı tercih edenlerin seçimi olduğunu kabul etmek durumundayız.
Şimdi biz bu gerçeği açıklarken, zina AB uyum yasaları çerçevesinde suç olmaktan çıkarıldı dediğimizde, neden hedef tahtasına konuluyoruz?
Belki bu kanunları çıkaranlar da bunların sonuçlarını öngöremediler ama zina sonuç itibari ile aileyi, toplumun temel dinamiklerini alt üst eden bir fiil değil mi? Millet adına siyaset yapan Saadet Partisi’nin bunları ifade etmemesi en başta bu topluma haksızlık olmaz mı?
***
Belki birçoğunuzun ilk defa duyacağı başka bir bilgiden size bahsetmek isterim. Eğer biraz sonra vereceğim bilgileri doğru analiz edersek, bugün Güneydoğu’muzda yaşanan olayları daha iyi idrak etme imkânımız olabilir. 2003 yılının 4 Haziran’ında Meclis Genel Kurulu’na Hükümet tarafından 2 yasa gönderildi. Bunlar kamuoyunda “İkiz Yasalar” olarak bilinir. Sayı numaraları 4867 ve 4868’dir. Bu yasalar AK Parti ve CHP’li milletvekillerinin onayıyla yasalaştı ve 18 Haziran 2003 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Lütfen, internetten bu yasaların detaylarına ulaşın ve inceleyin. Fakat ben burada bu yasaların özellikle 2 maddesini dikkatinize sunmak istiyorum.
1. Halklar siyasi, sosyal, ekonomik haklarını tayin etme hakkına sahiptir. ( Yani uluslararası hukuktaki adıyla Self-Determinasyon)
2. Halklar yaşadıkları coğrafyaların yer altı ve yer üstü zenginliklerini bir başka iradeye danışmadan istedikleri gibi tasarruf etme hakkına sahiptir.
Şimdi bu maddeleri okuduktan sonra bazı ilçelerde ilan edilen “Öz Yönetim” açıklamalarını daha iyi anladığınızı umuyorum. Ayrıca yerel yöneticilerin “Diyarbakır-Batman Petrolleri”nden pay istemelerinin gerekçesini tam olarak değerlendirebilmenizi diliyorum.
Bunun yanında şunu da ifade etmeliyim. Malazgirt’in sözlük anlamı ”Birlikte Başardık” demektir. Yani Türk-Kürt biz hepimiz bu vatanı 1071’de birlikte kendimize vatan kılmışız. İnancımız bizi kardeş ilan etmiş. Birbirimize karşı üstünlüğümüzün ancak Allah’a yakınlık ile mümkün olacağını biliyoruz. Etnik farklılıklarımızın çatışma değil, kaynaşma vesilesi olduğunu, İdris-i Bitlisi’yle, İstiklal Savaşıyla, Çanakkale’yle ortaya koymuşuz. Şimdi üzerimizde oynanan bir oyun var ise buna boyun mu eğeceğiz? Bu oyunlara gelerek, karışan kanlarımızı birbirinden ayırma yoluna mı gideceğiz? Sonra, İstanbul’la Diyarbakır’ın, Edirne ile Hakkâri’nin, Ağrı ile Antalya’nın kardeş olduğunu vurgulamaya gerek mi var? Koyun koyuna toprağa düşen atalarımız toprağa can veren bedenleriyle bize bunu bangır bangır bağırmıyorlar mı?
“Çözüm Süreci” diye takdim edilen, kimsenin detaylarını tam olarak anlayamadığı bir sürecin içinin ne olduğunu hep beraber gördük. Hatırlayın lütfen; süreç ilk açıklandığında, biz Saadet Partisi olarak ne dedik?
“Bu kadar bilinmeyenin olduğu bir yerden bir şey çıkmaz. Bu süreç ülkeyi ya bölünmeye, ya da iç savaşa götürür.”
Peki, ne oldu? -Allah korusun- 6-8 Ekim olayları aslında, iç savaş provası değil miydi? Bizzat en yetkili ağızlar, PKK’nın şehir merkezlerine silah yığdığını kabul etmedi mi? Çözüm Süreci’nde PKK’nın dağ kadrosunu takviye ettiğini söyleyen yetkilileri hatırlıyorsunuz değil mi? Sorunların çözümünde İmralı’nın Kandil’in muhatap alınmasının ağır sonuçları değil mi bunlar? Neden oradaki toplumun bütün kesimlerinin sürece katkısı istenmedi? Kanaat önderlerinin, Mellelerin, STK’ların elele vererek çözüm için yol haritasına katkıları neden sağlanamadı? Neden sadece PKK muhatap alındı? Biz bugün seçim güvenliğini neden tartışmak zorunda kalıyoruz? Yoksa memleketimizin bir yerlerinde silahlı grupların yönetimi ele geçirmesi mi söz konusu? Bu olur mu Allah aşkına soruyorum şimdi size. Bunlar kabul edilir mi? Bizler Saadet Partisi olarak bunları ifade etmezsek, yine söylüyorum bu sizlere haksızlık olmaz mı? Analar ağlamasın diye diye anaların anasını ağlatmadık mı? 7 Haziran sonrası artarak devam eden, en son Ankara’da canımızı acıtan, yüreğimizi yakan terör hadiseleri sizi tedirgin etmiyor mu, bir bütün olarak milletimizi kaygılandırmıyor mu?
Muhterem Efendim, Sayın Büyüğüm, Değerli Kardeşim,
Gelelim ülkemiz gündemini yıllarca meşgul eden Ergenekon-Balyoz tutuklamalarına.
Bu tutuklamalar ilk başladığında, yine biz söylenmesi gerekenleri söyledik. “Özellikle Amerikan karşıtı subaylar tutuklanıyor. Bu yanlıştır. Evet, darbelerin en çok mağdur ettiği hareket biziz ama biz ülkemizi seviyoruz. Bu süreç sonunda askere kumanda edecek subay bile bulamayabiliriz. Bu tutuklamalar ve yıpratma süreci ile BOP planlarına TSK’ da karşı çıkan subay kalmasın istiyorlar” dedik. Dedik de, hemen birileri tarafından bu sefer “Ergenekoncu” ilan edildik. Aradan şu kadar zaman geçti kim haklı çıktı? Haklarında 25-30 yıl hüküm verilenler bile serbest bırakılarak “Milli orduya kumpas kurulmuş, aldatmışlar bizi” açıklamaları yapılmadı mı?
Bir de Fethullah Gülen cemaati ile ilgili tartışmalara dair kanaatlerimi aktarmak isterim. İktidar-Cemaat işbirliği, 3 Kasım 2002 seçimleri öncesinden başlayan, hatta 28 Şubat sonrasına kadar götürülebilecek bir başlangıcı kapsar. Öylesine yakın bir işbirliği vardı ki, abiler, ablalar meydanlara inip şu veya bu platform adına AK Parti güzellemesi yapıyorlardı. Aslında AK Parti’nin ne denli önemli adımlar attığından dem vuruyorlardı. 2010 referandumunda birliktelik zirve yapmış, herkes her şeyin ne kadar güzel geliştiğini birbirine aktarıyordu. Hatta bugün cemaat medyası olarak takdim edilen TV kanallarında özel oturumlar yapılıyor, 40 yıldır aldatılmışız aslında cemaat bildiğimiz gibi değilmiş tarzında itiraflar dile getiriliyordu. Evlerde, bürolarda bir tane yetmez birkaç tane Zaman Gazetesi alarak “Hizmet”e katkı sunalım açıklamalarını duyuyorduk. Bu arada AGD kapılarını çaldığında 10 TL verirken on sefer düşünenleri görüyorduk. Sonra Türkçe Olimpiyatları’nda gözyaşlarıyla, Pensilvanya’ya selam iletenler oldu. “Bitsin bu hasret gel, Türkiye artık eski Türkiye değil” diyenlere şahit olduk. Büyükşehir Belediye Başkanı’nın Ankara’yı parsel parsel cemaate sattığına dair ifşalar yapılmadı mı!? Bütün bunları yapanlar, şimdi Saadet Partisi’ni cemaat yanlısı diye ilan ediyorlar. Allah aşkına bu arkadaşlarımız gerçekten bir düşünseler, “Ne istediler de vermedik?” dedikleri yapıya karşı bugün takındıkları tavır ve eski bakışları arasındaki farkı açıklarken kendilerini nasıl hissediyorlar acaba?
Oysa biz Saadet Partisi olarak çok net bir yerde duruyoruz. “Devlet içinde farklı yapılanmalara asla izin verilmemelidir. Bununla birlikte yolsuzluk, usulsüzlük iddiaları da paralel iddialarında olduğu gibi açıklıkla yargıya taşınmalıdır” diyoruz. Hukukun herkese lazım olduğunu söylüyoruz. Devlet cezalandırma yaparken “toptancılık” yapmaz diyoruz. Her suçu doğru tanımlamanın gerekliliğini ve sonuçta adalete olan güvenin korunmasını ifade ediyoruz. Ha, aynı dün Ergenekon tutuklamalarındaki tavrımız ne ise bu tartışmalarda da aynı yerde duruyoruz. Kimseye özel bir düşmanlık zaviyesinden bakmadan, adaleti esas alan bir yaklaşımın her şeyi daha anlaşılır kılacağını vurguluyoruz. Yine soralım, yukarıda saydığımız bütün zaman dilimlerinde, seçimleri omuz omuza verip birlikte kazananlar bugün hangi yüzle cemaat üzerinden bir süreç yürütebiliyor?
Şimdi belki de “Yahu tamam da bunların yaptığı hiç mi iyi bir şey yok” diye serzenişte bulunuyorsunuz. Olmaz olur mu elbette var. Bundan önceki her hükümetin olduğu gibi, az-çok herkesin yaptığı gibi bu iktidarın da var. Biz hiç tereddütsüz bu hizmetler için teşekkür ederiz. Şimdi bunları bir kenara koyalım ve ekonomimiz açısından şu sorulara cevap vermeye çalışalım. Her şeyin iyi olduğunu, istikrarın devam etmesini gerektiğini, Türkiye’nin büyüdüğünü ve bu büyümenin koalisyonlar dönemi ile kesintiye uğramamasına dair iddiaları sıkça duyuyoruz. Peki, sorulara gelelim.
1- Bütün bu yatırımlara rağmen insanlarımız neden hala büyükşehirlere göç etmek zorunda kalıyor? İnsanlarımızı doğdukları yerde neden doyuramıyoruz?
2- Her şey güllük gülistanlık ise, işsizlik rakamları neden her yıl artış gösteriyor? Neden yeni iş alanları oluşturmada yetersiz kalıyoruz?
3- Madem faiz lobileriyle mücadele ediyoruz da, 2015 yılı bütçesinde 54 milyar TL yani eski parayla 54 katrilyon faizi kime ödüyoruz? 13 yıllık dönemde 600 küsur katrilyon faizi kimlere ödedik?
4- Madem her şey yolunda, 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 1308 TL olmasına rağmen devlet çalışanlarına 1000 TL’yi reva görüyor? Neden toplumun yüzde %22,4’ü yoksulluk sınırının altında yaşam mücadelesi veriyor?
5- Yine her şeyin yolunda olduğu doğruysa, neden insanlarımızın bankalara olan borçlarında bu iktidar öncesine göre 1’e 10 artış oldu? Kredi kartı borçlularının sayısı neden birden tavan yaptı? Sanayici artık neden yatırım yapmaktan uzak duruyor? Çekini, senedini ödeyemediği için dükkânını kapatmak zorunda kalan esnafımızın sayısındaki artışın gerekçeleri nelerdir?
6- İhracatımız arttı diye propagandalar yapılırken, ithalattaki artış neden gözlerden kaçırılıyor? İhracatımızın yüzde 60’a yakın kısmının ithalata bağlı olarak yapılan ihracat olduğu doğru değil mi? Almanya yaptığı ihracatlarında kg başına 4,1 USD kazanırken biz neden 1,5 USD kazanıyoruz? Hem de bu 1,5 USD’ nin yarıdan fazlasını ithalat için geri ödemek zorunda kalıyorsak, bu kısır döngüden, bu cari açıktan, bu bütçe açığından kurtulmak için daha ne kadar bekleyeceğiz?
7- Tarihimizde ilk defa neden Angus ithal etmek zorunda kaldık? Daha düne kadar “Yerli Mallar Haftası” kutlamalarında dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden birisiyiz diye övünüyorken, bugün buğdayda, şekerde hatta samanda bile ithalat yapmamızın gerekçelerini nasıl açıklayacağız? Buna sebep olan politikalar nelerdir, bunun sorumluları kimlerdir?
8- AB müktesebatına göre tarımda çalışan nüfusu düşüreceğiz diye insanlarımızı şekere, tütüne kota uygulayarak büyükşehirlerin varoşlarına mahkûm etmemizin kime ne faydası vardır? Terör aynı zamanda bu alanları kullanarak kendisine yeni mecralar bulmuyor mu?
9- Neden her sene açıklanan istatistiklerde, yılın en çok kazanan şirketleri arasında bankalar ön sıralarda yer alıyor? Bir ömür denilebilecek 10-20-30 yıl gibi sürelerle, ev kredisi adı altında kölelik sözleşmesi yapılmasının insani olduğunu iddia edebilir miyiz?
10- Üniversite sayımız 200’ü geçti diye övünürken, binalardaki artışla birlikte eğitim kalitesinin de arttığını hangi akl-ı selim sahibi ifade edebilir? Hayatlarının en kritik dönemlerinde, sizi üniversite mezunu yapacağız diyerek, kampüslere binalara taşıdığımız gençlerimizi, mezun olduklarında neden, bir başlarına işsiz, güçsüz ve çaresiz bir halde bırakıyoruz?
11- Veya her çocuğumuz üniversite okumak zorunda imiş gibi bir algıyı neden destekliyoruz? Bizim zanaatkâr ihtiyacımızı kim karşılayacak? Berber, tamirci, terzi, aşçı, tesisatçı, kaportacı v.b meslek dallarından ustaların her dert yanışlarında, “Artık adam yetişmiyor. Gençler yanımıza, yöremize uğramaz oldu” serzenişlerini duymuyor muyuz?
12- İstanbul’un nüfusu 2002’de 8 milyon, bugün ise 20 milyona dayanmışken, güzelim İstanbul, trafiği, keşmekeşi, beton yığınlarıyla yaşanmaz hale gelmişse bunu sağlıklı bir ekonomik modelin yansıması olduğunu iddia edebilir miyiz?
13- Madem büyüyoruz gelişiyoruz, bütün Türkiye’yi yatırımlarla donatıyoruz da, neden her yaptığımız seçimde İstanbul’un, büyük şehirlerin milletvekili sayıları artarken, Anadolu’daki illerin vekil sayıları azalıyor?
14- Aslında en mağdur olanın İstanbul olduğu açık değil mi? İstanbul’a değer vermenin, İstanbul’u korumanın yolu Anadolu’ya yapılacak yatırımlarla, İstanbul’a olan göçü engellemekle mümkün olabileceği açık değil mi? Yüzlerce yıldan beri ayakta duran, onlarca doğal afetin, savaşların yıkamadığı tarihi miraslarımızın siluetlerini, beton yığınlarının arkasına gizlemek en başta onları bize emanet edenlere haksızlık olmaz mı?
15- Ve madem her şey yolunda ise, tarihte ilk defa boşanma oranları evlilik oranlarını neden geçti? Yuvalar neden dağılıyor?
Bu soruları daha da çoğaltmakp mümkün. Bir Başbakan Yardımcısı “israf etmeseydik, vatandaştan vergi toplamamıza gerek kalmazdı” diyebiliyorsa, yukarıda saydığımız soruların cevapları bu cümle içinde gizli değil mi?
Muhterem Efendim, Sayın Büyüğüm, Değerli Kardeşim,
Bu hasbihal mektubumun başında belki zatıalinizin içinden geçen ama nezaketen dile getirmediğiniz soruları ben sizin adınıza sormuştum. “Saadet Partisi neden ısrarla bir şeyler söylüyor, niçin her türlü olumsuzluğa rağmen her seçimde sizlerin karşısına geçip oy istiyor?” soruları, umarım bu açıklamalarımız sonrası daha iyi anlaşılmıştır. Siz bunları nasıl çözeceksiniz diye düşünenlere şunu ifade etmek isterim. Her şeyden önce bilmemiz gerekir ki Türkiye yetmişli seksenli yıllarda tekstil ile doksanlı yıllarda turizm ile iki binli yıllarda da inşaat ile meşgul edildi. Onun için Türkiye’de süratle üretimi teşvik edip, bu yolla istihdam alanları oluşturmak, hızlı ve yaygın kalkınma hamlesini başlatmak ve faizi terk etmekten başka çıkar yol yoktur.
Pazar endişesi duyanlara da tavsiyemiz, bin yıllık birikim ve tecrübedir. Zamanın ruhuna uygun adımları atmak, teknoloji yatırımlarına hız vermek, AR-GE planlamalarına destek olmak sağlıklı bir ekonomi politikasının başında gelir. Sanatta, sporda, estetikte, mimaride, sinemada, tiyatroda ülkemizi hak ettiği noktaya taşıyacak yegâne parti Saadet Partisi’dir.
Saadet Partisi’nin derdi bozuk tezgâhın başına geçmek değil, bozuk olan tezgâhı değiştirmektir. İşte bu yüzden Saadet Partisi partilerin değil bozuk sistemin alternatifidir.
Bundan önce 4 kez koalisyonlar yoluyla işbaşına gelip, Kıbrıs Zaferi’nin altına imza atan, Türkiye’nin dört bir tarafını ağır sanayi hamleleriyle fabrikalarla donatıp insanlarımıza iş alanları açan, daha dün denilebilecek mesabede, işçiye, memura, emekliye verdiği yüzde 100, yüzde 150, yüzde 300 gibi zamlarla insana verdiği değeri ortaya koyan Saadet Partisi bugün de bütün sorunların çözümünün tek adresidir.
7 Haziran seçim sonuçlarını doğru okuyamayıp, kendi şahsi ve parti menfaatlerini millet menfaatinin üzerinde tutanların, koalisyon kuramayıp Nisan’dan beri TBMM’yi çalışamaz hale getirenlerin, bu millete verebileceği bir şey yoktur. Koalisyonların çöküş olduğunu ve başarısız olacağını iddia edenler bilmelidir ki, önümüzdeki dönem koalisyonlar dönemidir. Madem aşağı yukarı aynı sonuçların çıkacağı araştırma şirketlerinin ortak kanaatidir, o zaman 7 Haziran sonuçlarını dikkate almayanlara bir ders vermek gerekir. Saadet Partisi’ni Meclis’e taşıyarak, diğerlerinin de faydalı bir noktaya gelmesi temin edilmelidir. Koalisyonların başarısız dönemler olduğunu iddia edenler, dünyanın en büyük ekonomilerinden biri olan Almanya’nın, nasıl olup da koalisyon ile yönetildiğini anlatmak zorundalar. Cumhuriyet hükümetleri arasında, tek parti dönemlerindeki büyüme oranları 4,1 iken koalisyonlar döneminde 5,2 olduğunun gerekçelerini paylaşmak zorundalar. Hiç kimse tek parti iktidarları hepten iyidir veya koalisyonlar toptan kötüdür diye bir genelleme yanlışına düşmesin. Dolayısı ile 1 Kasım bir milat yeniden ‘ben burdayım’ diye haykırış, yeniden ayağa kalkış, kendine geliş, yeniden diriliş olmalıdır.
Meclis yeni bir sese ve yeni bir heyecana kavuşmalıdır.
Herkese yaptığımız daveti sizlere de özel olarak yapıyoruz, ve diyoruz ki;
Bu seçimlerde yüreğinin sesini dinle…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder